Kur’ân-ı Kerîm’de hak ve adaletin mutlaklığı öylesine vurgulanmıştır ki bizzat Allah’ın âhirette hiçbir haksızlığa mahal verilmeyecek şekilde adaletle hükmedeceği ve onun bu vaadinin kesin (hak) olduğu belirtilmiştir.[1]
Hükümde, idarede ve beşerî münasebetlerde adalet insanlığın ve İslâm’ın hedefi olmakla beraber, belli bir uygulama ve davranışın her zaman ve her yerde adaleti temin edip etmediği hususu önemli bir problem teşkil etmektedir. İslâm düşünürlerine göre burada iki kategori vardır. Birincisi akla dayanır ve devamlıdır; bu kategoriye giren davranışlar daima âdil ve güzeldir. Söz gelişi iyiliğe iyilikle karşılık vermek, zarar vermeyene zarar vermemek gibi. İkincisi kanun ve kaideye dayanır, dolayısıyla izafîdir ve zaman içinde değişebilir. Bu tür adalet, bazan mukabele yoluyla ve mecazen “Kötülük, tecavüz” gibi kelimelerle de ifade edilir. Meselâ kötülüğe kötülükle mukabele etmek, tecavüzü aynı ölçüde tecavüz ile karşılamak gibi. Ayrıca kısas, diyet, tazminat, misilleme de bu kategoriye giren örneklerdir.[2]
Allah’ın adaleti, var olan her şeye varlık hiyerarşisi içindeki durumuna göre tamlık ve mükemmellik kazandırmasıdır. İlâhî adalet, varlık sahnesinde yer alan her varlığın bütün gelişim safhalarında ve hatta her cüzünde tecellî etmiştir.
Hz. Peygamberin adalet sıfatını kazanabilmesi, daveti yani risâlet görevini yerine getirmesi, bu konuda insanların keyfî istek ve arzularını hesaba katmaksızın ilâhî emirlerin gösterdiği şekilde doğru olması ve Allah’ın daha önceki kitaplarda bildirdiği ebedî gerçeklere inanması şartına bağlanmıştır.[3]
İnsanın Allah nezdinde en üstün değer ölçüsü olan takva[4] erdemine nail olabilmesi için âdil olması[5] ve adaletli söz söylemesi[6] gerekir. Esasen doğrulukla (sıdk) birlikte adalet (adl) de ilâhî kelâmın birer niteliğidir.[7]
Adalet sıfatı kaybolursa bundan fazlalık veya eksiklik şeklinde iki taraf doğmaz; sadece zıddı ve karşıtı doğar ki o da cevrdir”[8]
Adaletin ölçüsü yahut dayanağı hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılabileceği gibi adalet de hakka uymakla sağlanır. Hak, sabit bir kanun ilkesidir. Bir hak konusunda hüküm verilirken, hakkın kendi lehine hükmedilmesi halinde bundan memnun olan, fakat aleyhine hükmedilmesi durumunda bu hükmü tanımayan insanlar için “İşte bunlar zalimlerdir”[9] denilmiştir. Şahsî menfaat temini, akrabalık, düşmanlık gibi hissî durumlar, taraflardan birinin soylu veya aşağı tabakadan olması, bedenî veya ruhî bakımdan kusurlu bulunması gibi ahlâk kanununu ilgilendirmeyen sebepler bir hakkın ihlâlini, örtbas edilmesini ve sonuç olarak adalet ilkesinden sapmayı mazur gösteremez.[10]
“Eğer hak onların keyfî arzularına uysaydı göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların düzeni bozulurdu”[11]
Allah’ın adaleti diğer sıfatları gibi eksiksiz olduğu halde, sınırlı kabiliyetlere sahip olan insanın gösterdiği adalet her zaman az çok kusurlu olmaktadır.
İnsan nefsinin düşünme veya bilgi gücü, öfke gücü ve şehvet gücü olmak üzere üç temel gücünden üç fazilet doğar. Bunlar sırasıyla hikmet, şecaat ve iffettir. Adalet ise bu üç faziletin gerçekleşmesiyle kazanılan ve hepsini içine alan dördüncü temel fazilettir. İslâm ahlâk literatüründe, ilk üç faziletten her biri zaman zaman farklı terimlerle ifade edildiği halde, dördüncü fazilet daima adalet olarak isimlendirilmiştir.“Allah size adaleti, ihsanı emrediyor”[12] âyetinde söz konusu edilen adalet, geniş anlamlı adalettir.
“Hükmünde, ailesine karşı ve velayeti altında olanlar hakkında âdil davrananlar, kıyamet gününde nurdan minberler üzerindedirler”[13]
Adalet, ferdî ve içtimaî yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlamaktır.
Adalet, ahlâkî erdemdir.
Adalet, “Davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmaktır.
Adalet, Allah’a şirk koşmamaktır.
Adalet, orta yoldur, yapılması gerekenin en iyisini ve uygun olanı yapmaktır, istikamettir.
Adalet, düzendir, dengedir, denkliktir, eşitliktir, gerçeğe uygun hükmetmedir, doğru yolu izlemektir, takvaya yönelmektir, dürüstlüktür, tarafsızlıktır.
Adalet, insanın fizyolojik ve fizyonomik yapısındaki uyum, ahenk ve estetik görünümdür.
Adalet, insanın ruhî ve manevî yapısında bulunan denge (itidal) ve ahenktir.
Adalet, insanların keyfî istek ve arzularını hesaba katmaksızın ilâhî emirlerin gösterdiği şekilde doğru olmaktır.
Adalet, başkalarının gelişigüzel istek ve telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk ve ahlâk kanununa itaatla gerçekleşen ruhî denge ve ahlâkî kemaldir.
Adalet, hayatın her anında aşırılıklardan uzak bir davranış sergilemektir.
Adalet, içtimaî bünyede de aşırılıklardan uzak, dengeli ve uyumlu bir hayat tarzı benimsemektir.
Adalet sıfatından yoksun olan kişi dilsiz, âciz ve hiçbir işe yaramayan bir köle gibidir. Böyle birisi, adalet faziletini kazanmış, dolayısıyla doğru yolu bulmuş olanla bir tutulabilir mi?
Adalet, kazanılması gereken bir kemal, olgunluk sıfatıdır.
Adalet, insanın ahlâkî davranışlarının öteki temel faziletleriyle uyumlu bir sonucudur.
Adalet, zulüm ve zulme boyun eğme diye adlandırılan iki rezaletin ortasıdır.
Adalet, sadakattir, ülfettir, vefadır, şefkattir, sıla-i rahimdir, iyiliğin karşılığını vermedir, ortak işlerde dürüst hareket etmedir, hakları güzellikle ödemektir, yakınların ve erdemli kişilerin dostluğunu kazanmaktır, teslimiyettir, tevekküldür, ibadettir.
Adalet, borcunu vermek, alacağını istemektir; görevini yerine getirmek ve hakkını almaktır.
Adalet, iyiliğe iyilikle karşılık vermektir, zarar vermeyene zarar vermemektir.
Adalet, kısastır, diyettir, tazminattır, misillemedir.
Adalet, verilen ile hak edilen arasındaki dengedir. Bu denge bazı hallerde eşitlikle gerçekleşir; ancak adalet eşitlik değil, dengedir. Diyet ve tazminat yoluyla adaletin sağlanmasında denge esastır. “Çocuklarınıza verdiklerinizde âdil davranın…” hadisinde[14] kastedilen adalet, eşit tutmakla gerçekleşmektedir. Malın Allah’a ait olması, insanların ve özellikle müminlerin kardeş olmaları, şahsî servetlerde fakir ve mahrumların haklarının bulunması, Allah’ın ihsanı emretmesi gibi prensiplere dayanan ve insanın toplum içindeki iktisadî ve sosyal durumuna bakılmaksızın herkese insanca yaşama, temel ihtiyaçlarını temin etme imkânı veren sosyal adalet anlayışında ise ölçü eşitlik değil, dengedir.[15]
***
İslâm düşünürleri kâinatın her alanında var olduğunu kabul ettikleri nizamı, tabiatı gereği medenî varlıklar sayılan insanların birbirleri arasındaki münasebetlerde de aramışlardır. Buna göre sosyal hayat, zorunlu olarak, fertler arasında ortak münasebetler kurulmasıyla gerçekleşir. Cemiyet yapısının oluşması ve sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi bu münasebetlerin, İbn Sînâ’nın tabirleriyle, kanun (sünnet, şeriat) ve adalet ilkelerine uygun düzenlenmesine bağlıdır; bu son durum da kanun koyucu ve adalet icracısına ihtiyaç gösterir. İbn Sina’ya göre evrenin düzenini sağlayan “İlk inayet”, toplum düzeninin gerçekleştirilebilmesi için adaleti icra edecek “Sâlih bir insan”ın varlığını, böylece hayırlı bir sosyal düzenin kurulmasını mümkün kılmıştır.[16] Esasen İslâm felsefesinde, peygamberlik müessesesi kanun ve adalet ilkelerine dayalı olarak bu sosyal nizamın, ilâhî inayetin zaruri sonucu olduğu şeklindeki temel düşünceden doğmuştur. Bu suretle siyaseti bir peygamber mesleği olarak gören İslâm düşünürleri, bu görevi üstlenenleri toplumun hem maddî hem de manevî gelişmesini sağlamakla yükümlü saymışlardır. Yöneticiler, toplumu ahlâk kurallarına ve sosyal düzene (âdet) uygun yaşamaya sevketmek maksadıyla kanunlar koyarken, aşırılıklardan uzaklık demek olan adaleti daima gözetmelidirler. Bunun için kanunlar ne çok sert ne de çok yumuşak olmayacak şekilde bir denge (itidal) taşımalıdır.[17] Böylece adalet ve itidal, etimolojik bakımdan olduğu gibi kavram olarak da aynileşmiş olmaktadır.
İslâm düşünürlerine göre adaletin yakından ilgili olduğu diğer bir kavram da eşitliktir (müsavat). Hatta İbn Miskeveyh, adaletle eşitliği eş anlamlı sayar.[18] Fârâbi’nin de belirttiği gibi[19] adalet, kemal ve fazilet sayılan, bir kısmı kişinin kendisinden başkasını ilgilendirmeyen, bir kısmı da diğer insanlarla münasebetlere yansıyan niteliklerin ikinci grubuna girer. Bu sebeple adalet, servet ve imkânların paylaştırılması, alışveriş gibi iradî muameleler ile zulüm ve haksızlığa konu olabilecek diğer uygulamalarda söz konusudur[20], Fârâbî bu bakımdan adaleti ortak menfaatlerin paylaştırılmasına ve bu payların korunmasına ilişkin olmak üzere iki kategoriye ayırmıştır.[21] Bu alanlarda eşitliği gözetmek adaletin gereğiyse de bu mutlak ve ütopik bir eşitlik değildir. Zira İbn Miskeveyh’in örneğiyle, “Bir mühendis az düşünüp az iş yapsa da onun bu durumu, yönetiminde çalışan ve onun çizdiği projeyi uygulayan işçilerin çok çalışmasına denktir”[22] İslâm filozofları arasında adalet kavramını oldukça geniş ve sistematik şekilde ele alan düşünür olarak bilinen İbn Miskeveyh’e göre, toplumsal münasebetlerdeki dengenin (itidal) yahut adalet ve eşitliğin temininde temel kaynak din (şeriat), temel vasıtalarsa, Aristo’nun tabirleriyle “Konuşan kanun” demek olan hâkim ve “Sessiz kanun” demek olan paradır. Paranın bu özelliği. ticaret gibi hakka konu olan muamelelerde eşitlik ve adaleti sağlama fonksiyonundan ileri gelir. En büyük kanun (en-nâmûsü’l-ekber), bütün kanunların öncüsü (kudve) Allah’ın kanunu, ikincisi hâkim, üçüncüsü paradır. Toplumun bütün fertleri ve zümreleri arasındaki ilişkilerde denge, dolayısıyla sosyal adalet (el-adlü’l-medenî) bu kanunlar sayesinde gerçekleşir.[23] İbn Miskeveyh’in Aristo’ya nisbet ettiği hâkim ve para ile ilgili fikirler Nikomahos Ahlâkı’nın “V. Kitab”ında yaklaşık ifadelerle yer almaktaysa da[24], burada Allah’ın kanunu ile ilgili herhangi bir ifade geçmemektedir. Ayrıca Aristo, eşitlik ve sosyal adaletin uygulanması bakımından köle efendi ayırımına giderek köleleri sosyal adaletin dışında tutarken[25], İslâm ahlâkçıları böyle bir ayırıma yanaşmamışlardır.[26]
[1] Bk. 10/Yûnus, 54-55; 21/Enbiyâ, 47; 39/Zümer, 69.
[2] Bk. el-Müfredât, ‘adl, md.
[3] Bk. 42/Şûrâ, 15.
[4] Bk. 49/Hucurât, 13.
[5] Bk. 5/Mâide, 8.
[6] Bk. 6/En’âm, 152.
[7] Bk. 6/En’âm, 115.
[8] İhya, III. 54; Mânü’l-amel, s. 91.
[9] 24/Nûr, 48-51.
[10] Bk. 5/Maide, 8; 4/Nisâ, 3; 3/Âl-i İmrân, 75.
[11] 23/Mü’minûn: 11.
[12] 16/Nahl, 90.
[13] Müslim, “İmâre”, 18.
[14] Buhârî, “Hibe”, 12.
[15] Bu yazı, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi [DİA], İstanbul, 1988; 1/341-344. Sayfalar arasında yer alan Adalet maddesinden uyarlamıştır.
[16] bk. eş-Şifâ, “el-İlâhiyyât I”, s. 441-442; en-Necât, s. 303-304.
[17] bk. İbn Sînâ, eş-Şifâ, “el-İlâhiyyât I”, s. 454-455.
[18] bk. Tehzîbü’l-ahlâk s. 141-142.
[19] bk. el-Medînetü’l-fâzıla, s. 22.
[20] bk. İbn Miskeveyh, s. 120.
[21] bk. Fusûlün müntezeca, s. 77-78.
[22] Tehzîbü’l-ahlâk, s. 128.
[23] bk. İbn Miskeveyh, a.g.e., s. 126-127.
[24] bk. Aristotales. V, 4.7, 5.8-13.
[25] bk. a.g.e., V, 6.6, 11.9.
[26] Bu yazı, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi [DİA], İstanbul, 1988; 1/341-344. Sayfalar arasında yer alan Adalet maddesinden uyarlamıştır.